Özet
Yaşamın başlangıcından itibaren bebek ve bakım verenler arasındaki duygulanımsal diyalog, bebeğin kişilerarası dünyasının, benlik duygusunun ve dış dünyayla olan deneyiminin temelidir. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, duygulanımı, dış dünyadan gelen sinyallere karşı dürtüler aracılığıyla farkında olmadan (bilinç dışından) verilen reaksiyonlar olarak tanımlamıştır. Hayatın erken dönemlerinde bebeğin bakım verenleri tarafından dürtülerinin doyumu ya da eksik doyumu, bebekte haz ya da hoşnutsuzluk yaratır; buna bir reaksiyon olarak da duygulanımlar oluşur. Mesela annenin beslemeye ya da kucaklamaya ara vermesi, bebekteki doyumu sekteye uğratacağından bedensel olarak bir hoşnutsuzluk yaratır. Buna bir reaksiyon olarak da duygulanım (öfke, kaygı, vs.) ortaya çıkar. Zamanla, bu duygulanımlar fikirlerle birleşir ve daha karmaşık hisler benliğimizin parçası olur. Hayat boyu, otantikliği anlamlandırmak, iç ve dış gerçekliği ayırt edebilmek için hislere güveniriz. İlişkilerimizi hislerimizle anlamlandırır, değerlendiririz.
Duygulanımlar, hisler zamanla ilişkisel dönüşümlere bağlı olarak değişebilir, karmaşıklaşabilir ya da üstü örtülebilir. Ama yaşamla birlikte oluşmaya başlayan hissettiklerimizin eninde sonunda, bizimle birlikte toprağa gömüleceğini biliriz, hatta bunu düşünmek bazen rahatlatıcı bile olabilir. Peki, ya bazı duygulanımlar sadece var olduğumuz için hissediliyorsa ve hatta ölümden sonra da hayatta kalabilirlerse? Mesela, Franz Kafka, Dava kitabını şu sözlerle bitirir: ”Ama beylerden birinin eli K.’nın gırtlağına sarılırken, öteki bıçağı yüreğine sapladı ve iki kez çevirdi. K. kaymakta olan gözleriyle yüzünün hemen yakınında beylerin yanak yanağa dayanmış olarak kararı izleyişlerini de gördü. ‘Bir köpek gibi’ dedi, sanki utanç, ondan sonra da hayatta kalacaktı.”
Kafka, Josef K.’nın utancının ölümünden sonra bile devam ettiğini dile getiriyor. Utanç, öyle bir histir ki genellikle hafızada uzun süre kalan ve duygusal yükü hızla kaybolmayan şiddetli, ezici bir duygu olarak deneyimlenir. Uzak geçmişten utanç verici bir durum hatırlanırsa, kişi hâlâ yoğun bir utanç hissedebilir. Bir reaksiyon olarak oluşmayan, tüm benliği etkileyen “var olmanın utancı” olduğumuz gibi var olmaktan ve özellikle de olduğumuz gerçeğinden utanmak olarak tanımlanır. Öznenin benliğinin acımasız ve toptan reddi, aşırı değersizlik ve aşağılık duyguları ile birleşir.
Bu oturumda, kuşaklararası aktarılan ya da var olmanın yoğunluğuyla hissedilen duygulanımlardan, nelerden kaynaklanmış olabileceğinden, özellikle “var olmanın utancı”ndan ve ilişkisel olarak yaşamımızı nasıl etkilediğinden konuşacağız. “Yerin dibine sokan” utancı yeryüzüne çıkartıp, birlikte söze dökeceğiz.