Poedat Akademisi: 4. Buluşma
23-27 Ağustos 2022
Gümüşlük Akademisi, Muğla
Araştırma süreci devam eden veya yeni tamamlanmış çalışmaların sunulduğu ve birbirinden farklı tezlerin, makalelerin, soruların tartışmaya açıldığı Poedat Akademisi, olgunlaştırıcı bir çember olma özelliği taşır. Poedat Akademisi üyeleri yoğunlaşmaya uygun, entelektüel tartışmaların kişisel paylaşımlarla bütünleştiği bir ortamda birlikte düşünürler.
Poedat Akademisi sosyal bilimler alanında çalışan üniversite öğrencilerine, araştırmacılara ve akademisyenlere yönelik olarak gerçekleştirilir.
Dilara Hadroviç
Evin Yeniden İnşası
Özet
Çalışma tarihi bir öğrenci şehrinde yaşayan bir grup öğrenciyi merkezine alarak evin, ev kurmanın ve evde hissetmenin anlamlarını araştırıyor. Bu öğrenci grubu, farklı coğrafyalardan, milletlerden ve yaşam pratiklerinden gelen ve üniversitenin sosyal bağlamında konumlanmış bireylerden oluşuyor. Katılımcıların hepsi aynı tarih aralığında şehre taşınmış ve yaşadıkları mekânları birden fazla kişi ile paylaşan kişilerden oluşmakta.
Bireyin tanıdık olanı araması, bir yere ait olma isteği, ev kurgusunu yeniden üretmesine dair farklı anlayışların araştırılması, bu kısa dönemli etnografik çalışmanın temelini oluşturmakta. Konum olarak seçilen şehir ise bu pratiklerin çeşitliliği ve yoğun devri sebebiyle bu çalışmanın gerçekleştirilmesine olanak sağlıyor. Bu doğrultuda çalışma üç soru etrafında şekilleniyor: (1) Evde hissetmek ve evi yeniden kurma pratiği farklı bireyler tarafından hangi yollarla gerçekleştirilir? (2) Bu pratiklerin ve deneyimlerin ortak özellikleri nelerdir? (3) Bu deneyimlerin mekânsallığını daha iyi nasıl kavramsallaştırırız?
Çalışma, bireylerin kimlikleri, sahiplik ve aidiyet duyguları ve rutinlerine paralel olarak hem bir mekân olarak hem de bir duygu olarak evin yeniden üretimini kavramlaştırıyor. Bunu yaparken iki farklı açı önemli rol oynuyor: (1) Sosyal ilişkiler ile mekân kurma, ev hissini sosyal ilişkiler üzerinden gerçekleştirme ve (2) mekânı fiziksel olarak yeniden organize ederek evi yeniden kurma. Ev algısı ve evin yeniden inşa pratiklerinde bu iki yönü incelemek, farklı anlam oluşturma biçimlerini anlamak amacıyla görüşmeler ve katılımcı gözlemler gerçekleştirdim. Çalışma, bireylerin mekânla kurdukları özgün ilişkilerini öne çıkararak bunlar arasında paralellikler kurmakta. Mekânın yeniden organizasyonu fiziksel olarak bireyin mekânı tanıdık objeler, semboller ile kurması, sosyal olarak ise paylaşımlı alanlarda kuralların tartışılabilir ve mekânların geçirgen olmasıyla gerçekleşmekte. Bu aynı zamanda bireyin mekânı benimsemesi, ait hissetmesi ve sahiplenmesi ile birlikte daha da belirgin hâle gelmekte. Bunun sonucu olarak, mekânların sosyal etkileşimler ve sosyal ilişkiler yoluyla iç içe geçmesi, bireyin mekâna kendi rutinlerini ile yerleşmesi, bunlarla birlikte bireyin kimliği ile özdeşleştirdiği objeler ve mekân kurguları ile bireyin evi yeniden inşa ettiği gözlemlendi.
Can Memiş
Hafıza Çalışmalarını Adaletle Birlikte Düşünmek: Engeller, Sınırlar, İmkânlar
Özet
Türkiye’de 1990’larda başlayan ve 2000’lerle birlikte trendleşen “hafıza patlaması” olgusu, kurucu mitlerden ve resmî anma siyasetlerinden sıyrılan sivil girişimler ve toplumsal hareketler eşliğinde pek çok hafıza mekânının, anıtın, hafıza durağının, yazılı ve görsel ürünün, sözlü anlatının, popüler kültür ögesinin sunulmasını içermekteydi. Bu hatırlatıcı araç ve kayıtların bir kısmı, bir karşı tarih çalışması olarak egemen anlatı yüzeyinde çatlaklar yaratmaktan geri durmadı. Şimdiki zamana ve resmî anlatıya musallat olan karşı tarih çalışmalarının hatırlama-unutma filtrelerini ve bastırma mekanizmalarını içeren hafıza rejimlerine aşağıdan müdahalelerde bulunduğunu, bu vesileyle sıradan insanların öznelliklerinin tarihle ve büyük anlatılarla kurduğu ilişkiyi dönüştürdüğünü söylemek mümkün. Bu çalışma, hafıza sahasının dinamik ama resmî tarih yazımındaki inkâr siyasetinin ise performatif bir katılıkta olduğu Türkiye’de, adalet talebini güçlendirmeyen, devlet suçlarında cezasızlığın bir yargı ve yurttaş kültürüne dönüşmesine itiraz edemeyen kolektif hatırlama çalışmalarına eleştirel olarak bakmayı ve bu sayede hafızanın adaletle ilişkisini yeniden düşünmeyi teklif etmektedir.
Maurice Halbwachs, hafızanın bir kolektivite ürünü olduğunu söylerken, geçmişin yeniden üretilebilirliğine, kesişen hafızaların mekânla kurduğu ilişkilere, bireysel hafızanın ardındaki toplumsallığa odağı çevirmeye davet etmişti. Enzo Traverso ise tam da bu istikametten ilerleyip “geçmişin şeyleşmesi” ve “estetize edilmesi” tehlikesini tespit ederken bugünkü hafıza çalışmalarının geçmişi geçmişte bıraktıran nostaljik anlayışa teslim olma, geçmişi romantize etme ve faillerle yüzleşmeye dair bir iddiadan, hedeften veya kuvvetten yoksun olma gibi risklerine işaret ediyordu. Günümüzde hafızanın endüstrileştirilmesinin bir örneği olarak “kara turizm” ya da “hüzün turizmi” destinasyonlarına yapılan yatırım, adaletsizliklerin ivme kaybetmeksizin yükselmesini problem etmezken hafıza mücadelelerinin nafile olduğu yönünde bir motivasyonsuzluğa da sebep olmaktadır. Burada hafıza çalışmalarının adaletle kurduğu veya aslında kuramadığı ilişkiyi, hatırlama sorumluluğu ile sorgulamak durumundayız. Hafızayı demokratikleştirme için hatırlama pratiklerini adalet talebi ile birlikte ele alan bir eğilimin imkânlarına odaklanmak hem bugünle kurduğumuz ilişkileri onaracak ve iyileşebilmeye kapı aralayacak, hem de gelecek kuşaklara karşı sorumlu olmayı içeren kuşaklararası adalet kuramını işler kılacaktır. Hafıza mücadelesinin adaletle buluşması neticesinde kaydı tutulan geçmiş sayesinde tanıklıkların paylaşılmasını geliştirmek, amicus curiae gibi temel hukuk kurumlarının yerleşikleşmesine katkı sunarak adalet talebini toplumsallaştırmak, devlet suçlarının kayda geçirilmesini sağlayarak bir daha yaşanmaması için baskı grupları kurmak, kurbanların anonimleşmesinin önüne geçerek iyileşebilme sürecini örgütlemek adaletle buluşacak bir hatırlama sürecinin destekleyici unsurları arasında başı çekecektir
Öte yandan eleştirel bakışla birlikte Paul Ricœur’ün vurguladığı üzere, kötü tecrübelerden ve travmalı geçmişten kurtulabilmek için adaleti kuşaklararası bir sorun olarak ele alan hafızalaştırma çalışmalarını çeşitlendirmek toplumsal adalet fikri için fırsatlar barındıracaktır. Bir arada yaşamaya devam edebilmek için birlikte hatırlayabilme ve birlikte yas tutabilme becerisini kazanmamız gerektiğinin altını sürekli çizmeliyiz. Toplumların geçmişleriyle ilişkilerini değiştiren hafıza çalışmaları adaletle hafıza arasında yeni bağlantılar ve ilişkiler kurarken, hafıza çalışmalarının nafile olduğu duygusunun sebep olduğu engellerin de önüne geçecektir. Hafıza çalışmalarının Bernhard Schlink’in ifadesiyle “bugünün yükünü de hafifletebileceğinin” ayırdına varmak hafıza ile adaletin dönüştürücü ve iyileştirici ilişkisini, toplumsal değişimi güçlendirme iddiasını, toplumsal hareketleri geliştirme potansiyelini keşfetmemizi sağlayacaktır. Bu çalışma ile, hafıza çalışmalarını ve hafızalaştırma süreçlerini irdeleyerek eleştirel bir okuma etrafında hafızanın adaletle kuramadığı ilişkileri tartışmayı ve toplumsal mücadeleyle nasıl bağlar kurabileceğini ve aslında hafızanın imkânlarını bir arada düşünmeyi hedeflemekteyim.
Süheyla Abanoz
Cumhuriyet Dönemi Modern Türk Öykücülüğünde Kötücül Çocuk Karakterler
Özet
Kötülük toplumda anlamlı bir biçim olan “erdemsiz” liğin karşılığı olarak kabul edilir ve “fena, kötü, berbat” kelimeleriyle tanımlanır. Beşeri ilimlerin sıkça gündeme getirdiği bu erdemsizlik ahlak çerçevesinde ele alındığında henüz toplumun ehlileştirme oyununa dâhil olmamış çocuklar sahneye çıkar ve sahneye çıkmanın yanı sıra edebiyatta da toplum algısının aslında çok iyi bildiği, “masum” sıfatının altına gizlediği yarı ehlileşmiş hâlleriyle çeşitli türlerdeki kurgulara dahil edilirler. Dünya edebiyatında çocuğun bu hâlini işleyen eserlere “kötülük edebiyatı” başlığı altında yer verilirken Türk Edebiyatı’nda böyle bir başlık ve sınıflandırma bulunmamasına rağmen eserlerde kötülüğün her çeşidine rastlandığı gibi “kötü, yarı ehlileşmiş çocuklara” da rastlanılır. Ben de bu çerçevede bilidirimde “kötülük ve çocuk” kavramının Cumhuriyet Dönemi modern Türk öykücülüğünde tarihsel bir izlekle nasıl, neden ele alındığına odaklanıp kurguda faili çocuk olan kötülük eyleminin kimi zaman estetize edilerek kimi zaman da araçsallaştırılarak işlendiğini, bu durumun varlığını ortaya koyarak tartışacağım. Bildiri ana hatlarıyla bu minval üzere ilerlerken temel tartışmam kötülüğün çocuk karakterlerle hangi zamanlarda hangi yollarla estetize edildiği ya da ne için araçsallaştırıldığı üzerine olacak ve bildirinin ana bölümünü bu tartışma oluşturacaktır. Bu şekilde çocuğun kötü olma hâlinin Türk öykücülüğünde farkındalığının olup olmadığı, varsa bunun nasıl ön plana çıkarıldığı, yoksa bu yokluğun da aslında anlamlı mı olduğu, dönemin şartlarının bir getirisi mi olduğu gösterilmiş olacaktır. Bunu göstermek için de tespit etmiş olduğum Hüseyin Rahmi’nin Nasıl Öldürdüler?, Ömer Seyfettin’in İlk Cinayet, Falaka ve Acıklı Bir Hikâye (intikal), Orhan Kemal’in Köpek Yavrusu, Bekir Yıldız’ın Demir Bebek, Yusuf Atılgan’ın Tutku, Sadri Ertem’in Bir Şehrin Ruhu, Leyla Erbil’in Diktatör, Sema Kaygusuz’un Sandık Lekesi ve Engereğin Oğlu, Mine Söğüt’ün Naz Neden Derine Gömmemiş Kediyi? eserleri kullanılacak ana öyküler olmak üzere Sabahattin Ali’nin Ayran, Vüsat O. Bener’in İlki ve Havva, Onat Kutlar’ın Kül Kuşları, Pınar Kür’ün Son Çizgi, Halide Edip’in Dağa Çıkan Kurt, Yakup Kadri’nin Oruç Keyfi, Bilge Karasu’nun Dutlar öyküleri de göz önüne alınacaktır.
Feyza Çınar
Büyük Veri Çağı’nda Mimarlık Bilgisinin İktidarı ve Bunun Eleştirisi
Özet
Mimarlar tasarımlarını yaparken birçok veriyi bir arada kullanırlar. Bu verilerin bir kısmı tasarım öncesi süreçte devreye girerken, bir kısmı tasarım sürecinde ya da tasarım sonrası süreçte devreye girerek mimari fikir(ler)le buluşur. Mimarlığın veri ile kurduğu ilişkilenmelerin arkeolojisi ise zamanın koşullarına göre şekillenir. Gelişen teknoloji, dijital araçlar, medya-iletişim kanalları, insanların sosyolojik açıdan davranışlarını, gündelik yaşam pratiklerini, mekân ve kentsel peyzajla kurdukları ilişkiyi dönüştürdüğü gibi, paralelinde mimarlığın da veriyle kurduğu ilişkileri dönüştürür (Ciuccarelli & Lupi & Simeone, 2014). Dijitalleşmenin vadettiği sosyal ağlar-konum tabanlı uygulamalar-programlar varlığıyla verinin bilgiye eşitlenmek üzere olması, yapılı çevre ile kullanıcının ilişkilerini dönüştürür; kentin, kentlinin ve ikisini etkileyen çeşitli yaşamsal faktörlerin çok sayıda veri üretmesini sağlar. Bu durum da bilgi nesnesi “insan” olan mimarlık gibi sosyal bilimlerden de beslenen tüm pratiklerin yapma biçimini etkiler. Tüm bu durumlar mimarlık ve tasarım disiplinleri ölçeğinde düşünüldüğünde veri-mimarlık-mimarlık epistemolojisi ilişki üçgeninde büyük verinin nasıl bir rol oynadığını sorgulatır. Peki büyük veri çağında mimarlık, bilgisini nasıl üretir, nasıl bir söylem oluşturur ve bunu nasıl yayar?
Veri toplulukları kompleks bir yeni düzenleme vasıtasıyla, kolonizasyonun tarihsel formunu genişletir (Ricaurte, 2019). Veri merkezli epistemolojiler gücün kolonileşmesi olarak algılanabilir. Yeni bilgi rejimi altında yaşadığımız kabulü ise üç temel varsayıma dayanır: Birincisi, verinin her zaman gerçeği yansıttığı, ikincisi veri analizlerinin en doğrulanabilir bilgiyi ürettiği ve üçüncüsü de veri ile yapılan işlemlerin dünyayı daha iyi bir yer yapmak için kullanılabilirliğidir (Ricaurte, 2019). Ancak yine de bu varsayımlar daha geniş bir çerçevede tartışmaya açılmalı ve analiz edilmelidir. Çünkü veri merkezli pratiklerde bilginin bu şekilde üretilmesinin gözetimi, kapital hâkimiyeti ve kolonileşmeyi artırması da çokça tartışılan konulardır (Ricaurte, 2019). Bu çalışmanın özünü de büyük veri ile mimarlık ilişkisine yönelik sorgulamaların motivasyonuyla büyük veri çağında mimarlığın kendi bilgi iktidarını nasıl kurduğunun değerlendirmesi oluşturur. Bu değerlendirmede mimarlık bilgisinin kurduğu bu yeni normların veri merkezli pratiklerin kendi içindeki tartışmalarından beslenerek eleştirisinin nasıl olabileceği sorgulanır. “Feminist veri görselleştirme” kavramı ise bahsi geçen bilgi iktidarına karşı eleştirel bir pozisyon olarak veri merkezli araştırmalarda-tartışmalarda kendini gösterir. Bu kapsamda, feminist veri görselleştirme kavramı ve kavramı ortaya atan yazarların belirlediği ana prensipler, bu araştırmanın odağındaki büyük veri çağı mimarlığının nasıl bir bilgi iktidarı kurduğunun çözümlemesi ve eleştirisi için bir çerçeve sağlayacaktır.
Günümüzde mimarlığın veri ile kurduğu ilişkinin, mimarlıkta kullanılan araçların potansiyelleriyle sınırlı olduğu söylenebilir. Yani bugün mimarlık bilgisinin üretim ve dağıtım formu olan mimari anlatıların yaratımında yararlanılan yazılımlar, programlar ve dijital medya, mimarlık bilgisi üzerinde bir iktidar kurar. Bu iktidarın nasıl normlar kurduğunu anlamak ve bu normlara yönelik nasıl eleştiriler yapılabileceğini tartışmak da bugünün mimarlığındaki dijital ortam ile olan ilişkilenmelerin daha fazla sorgulanmasını gerektirir. Bu sorgulamanın yapılması için de Galo Canazires’in makalesinde ifade ettiği gibi, tartışmanın kapsamına giren ve çoğunlukla muğlak bırakılan bazı kavramların tanımlanmaya ihtiyacı vardır.
Zeynep Kuyumcu
Türkiye’deki Müslüman LGBT’lerin Dinî ve Cinsel Müzakereleri
Özet
Bu araştırma Türkiye’de yaşayan Müslüman LGBT’lerle (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) yapılan katılımcı gözlem, sözlü tarih ve etnografik mülakatlara dayanarak Müslüman LGBT’lerin cinsel ve dinî müzakerelerini araştırmaktadır. Türkiye’deki Müslüman LGBT’ler kendilerini, dinî ve cinsel deneyimlerini nasıl anlatıyorlar? Spiritüel ve cinsel pratiklerini Müslüman kimlikleri bağlamında nasıl yorumluyorlar? Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede normatif olmayan cinsel özneler, sekülerliğin ağır bastığı LGBT+ topluluklarda ise dindar özneler olarak kendi konumlarını nasıl tartışıyorlar? Türkiye bağlamında Müslüman LGBT hayatlar mevcut teorik ve politik çerçevelerde nasıl anlamlandırılabilir? Türkiye’deki Müslüman LGBT’lerin deneyimlerini küresel bağlam ve ulusötesi literatür çerçevesinde tartışmayı amaçlayan bu araştırma, Müslüman LGBT’lerin İslam, cinsellik ve spiritüellik ekseninde yaşadıkları gerilimlere yönelik geliştirdikleri yaratıcı yaklaşımları incelemektedir. Bu konuda yeterli araştırmanın olmadığı Türkiye’de gerçekleştirilen bu etnografik çalışma, 14 katılımcının yer aldığı sözlü tarih görüşmelerine ve katılımcı gözlemci yöntemleriyle yapılmıştır.
Araştırmaya katılan Müslüman LGBT’lerle gerçekleştirilen mülakatlarda yer aldıkları LGBT etkinlik ve topluluklarda yaşadıkları iki ana zorluk dikkat çekmektir. Bunlar İslam’ın eşcinselliği kabul etmediği görüşünün -bilinçli veya bilinçsiz- genel kabulü ve LGBT+ çevrelerde kendini Müslüman olarak tanımlayan öznelerin yokluğu. Türkiye’de İslam ve eşcinsellik tartışmalarına bakıldığında İslam’ın eşcinselliği kabul etmediği görüşü, siyasi arenada Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin hastalık olduğunu söylemesi ve insan hakları alanında çalışan yirmi bir sivil toplum kuruluşunun Kavaf’ı desteklemesiyle ilk kez görünürlük kazanmıştır. Aliye Kavaf’ın yanı sıra Recep Akdağ, Fatma Şahin, Melih Gökçek, Mehmet Ali Şahin, Türkan Dağoğlu, Ahmet İyimaya, Burhan Kuzu, Efkan Âlâ ve Bülent Arınç gibi siyasi figürlerin ve son olarak yakın zamanda Ali Erbaş ve Recep Tayyip Erdoğan’ın eşcinselliğin hastalık olduğu ve İslam dininde yeri olmadığı ifadesi bu kabulün genel toplumun ahlak yapısına aykırı olması gerekçesine dayandırılarak pekiştirilmiştir. Buradan yola çıkarak LGBT özneler ve İslam dini kutuplaştırılmakla kalmamış aynı zamanda birlikte olamayacakları -Jasbir K. Puar’ın queer secularity kavramına referansla- güçlendirilmiştir. Bu bağlamda LGBT+ çevrelerde Müslüman özneler, bu siyasi atmosferde hem homofobiye hem de İslamofobiye açık olmaları tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ve görünmezleştirilmişlerdir.
Bu tartışmaların ışığında Türkiye’de yaşayan Müslüman LGBT’lere bakıldığında İslam’a ve spiritüelliğe dair geliştirdikleri yaratıcı yaklaşımlar sadece baskın kuir temsilleri yıkan bir varoluş biçimi değil aynı zamanda bireysel bir mücadele olarak da dikkat çekmektir. Araştırmada yer alan katılımcıların hiçbiri daha önce kendini Müslüman LGBT olarak tanıtan biriyle karşılaşmamış ve kendilerini dinî ve cinsel ifadelerinden ötürü Türkiye’de biricik görmüşlerdir. Müslüman LGBT’lerin bu yalnızlık ve yoksunluk temsil deneyimi kendilerine özgü geliştirdikleri spiritüel yaratıcılıklarla birlikte düşünüldüğünde heterodoks bir İslam anlayışını benimsediklerini gösterir. Heterodoks İslam’ı nasıl benimsedikleri Gloria E. Anzaldúa’nın mestizaje kavramıyla birlikte düşünüldüğünde yaşadıkları deneyimleri anlamak daha aydınlatıcı hale gelir. Anzaldúa’ya göre spiritüellik, sürekli müzakere hâli ve duygusal bağlanmalarla yaratıcılığın ana eksenini oluşturmuştur. Özetle, bu araştırma bu eksenlere bakarak İslam’la ve cinsel kimlik ve yönelimleriyle barışan Müslüman LGBT’lerin deneyimlerini merceğine alır.
Sedef Öztürk
Emeğin Ruhsallığı Bağlamında Dayanışma Ekonomileri: Türkiye’de Beyaz Yakalı Dayanışmasının Potansiyelleri
Özet
Dayanışma ekonomisi, teorik zemini üzerinde çeşitli tartışmaların son yirmi yılda yoğunlaşarak devam ettiği, pratik uygulamaların teorik çözümlemelerden önce ortaya çıktığı ve daha hızlı ilerlediği bir kavram. Bugün tüm kıtalarda dayanışma ekonomisi örnekleri hızla çoğalmakta, dolayısıyla akademik ilgi de gitgide artmaktadır. Dayanışma ekonomileri takas, potlaç ve kooperatifçilik gibi geleneklerden beslenen, globalleşen kapitalin yol açtığı maddi ve manevi tahribatlarla ve ihtiyaçlarla şekillenen, yerel düzeyde örgütlenen, çok farklı yapılarda örneklerin teşkil ettiği geniş bir alanın ismidir. Ne olduğu, ne olmadığı, nasıl olması ve olmaması gerektiği üzerine henüz teorik çerçeveleri çizilmemiş, her gün sınırları biraz daha netleşen ve üzerinde tartışmalar sürmekte olan bir konudur.
Çalışmanın teorik zeminini oluştururken emeğin yabancılaşması kavramından, çalışmanın ruhsallığı ile ilgili görüşlerden, kapitalizm eleştirilerinden ve insanlık tarihindeki ekonomik aktivite incelemelerinden faydalanılmıştır. Literatürde ise konuyla ilgili makaleler ve yapılan kongreler, seminerler, eğitimler ve dergi yazılarından bir derleme yapılmıştır. Çalışmanın, dayanışma ekonomileri üzerine yapılan tartışmaya emek süreçlerinin ruhsallığı bağlamında bir katkı yapması beklenmektedir. Konuya dair günümüze kadar yapılmış tüm tartışmaların bütünlüklü bir dökümü olması özelliği önem taşımaktadır.
Çalışmanın temel savı, insanın doğası gereği yalnızca kişisel çıkarı doğrultusunda ilerlemeye yatkın olmadığı, bu argümanın mevcut ekonomik sistemin işlerliği açısından tüm doğaya ve bireylere dayatıldığı, bu dayatmanın dönüştürülmesinin ise emeğin, dayanışma ilişkilerinin yeniden inşasıyla dönüştürülmesi yolundan geçtiği savunulmaktadır. Bu yolun en etkili araçlarından olma potansiyeli taşıyan dayanışma ekonomileri bu bağlamda incelemeye değer görülmüştür.
Dayanışma ekonomileri kapitalist üretim, tüketim ve bölüşüm mekanizmalarına yapısal ve uzun soluklu bir alternatif olma potansiyeli taşımaktadır. Mevcut potansiyelin gelecekte ne kadar güçlü bir alternatif olabileceğini ise bu örneklerin ekonomileri ortaklaştırma gayesinin yanında, toplumsal dönüşümü sağlama, ekolojiyi koruma, iş yerinde hiyerarşik ilişkileri ortadan kaldırma, kimlik temelli ayrımcılığa karşı durma gibi kapsamlı hedefleri hangi oranda gerçekleştirebildiği belirleyecektir.
Çalışmanın metodolojisi, bir beyaz yakalı/freelance dayanışma örgütü içinde yapılan saha araştırmasına ve İstanbul’da çeşitli beyaz yakalı dayanışma örgütlerinin aktörleriyle yapılan derinlemesine mülakatlara dayanmaktadır.
Çalışmanın alandaki tartışmalara katkısı, dayanışma ekonomilerinin emek boyutuyla ele alınmış olmasıdır. Bunun yanında, Türkiye’deki beyaz yakalı dayanışma örgütlerinin, çalışma biçimini ve iktisadi düzeni yapısal olarak dönüştürme potansiyeli tartışılmaktadır.
Melisa Yılmaz
Mitten Markaya: Leydi Godiva Üzerine Bir İnceleme
Özet
Leydi Godiva’nın hikâyesi ortaya çıktığı günden bu yana pek çok sivil itaatsizlik eylemine, feminist aksiyonlara, hak temelli başkaldırıya ve markalara ilham olmaktadır. Hikâye temelde İngiltere’deki Coventry adlı bir kasabada, kocasının halka dayattığı ağır vergilere isyan eden, bu vergilere itiraz ederek kocası tarafından bir meydan okumaya tabi tutulan ve meydan okumayı kabul ederek vergilerin düşürülmesi koşuluyla kasabayı at sırtında çıplak bir şekilde geçen bir kadın hakkındadır (Davidson ve Roderick, 1969). Hikâyenin ilk versiyonlarında, Leydi Godiva’yı yürüyüşü sırasında halktan kimse görmez, ancak 17. yüzyıldan sonra, psikanalitik teoriye büyük ölçüde ilham veren bir figür ortaya çıkar: Bir terzi çırağı olan Dikizci Tom (Peeping Tom). Hikâyenin bir versiyonunda Tom, Leydi Godiva’yı gördükten sonra ölür veya öldürülür, başka bir versiyonda ise kör olur (French, 1992). Bu çalışmanın amacı, Leydi Godiva’nın hikâyesinin ardındaki mekanizmayı irdeleyerek Leydi Godiva’nın bir kadın özne olarak toplumda nasıl kimliklendirildiğini, kadın bedeninin Leydi Godiva örneği özelinde nasıl metalaştırıldığını incelemek ve mite dair feminist eleştirel bir okuma sunmaktır. Bu amaçla konuşmanın ilk bölümünde Leydi Godiva mitine ve mitten ilham alan karşıt hareketlere kısa bir genel bakış sunulacaktır. Leydi Godiva hikâyesini diğer folklor söylencelerinden ayıran birkaç önemli nokta bulunmaktadır. Öncelikle Leydi Godiva, 11. yüzyılda ortaya çıkan ve 21. yüzyıla kadar etkisini sürdüren ender kadın karakterlerden biridir. Bununla birlikte, hikâyesi ekonomik bir takasın yanı sıra kadın bedeniyle bütünleşik bir özgürleşme fikrini de içerir. Ancak hiçbir kaynak Leydi Godiva’nın çıplak yürüme fikrini kendisinin gönüllü olarak öne sürdüğünden bahsetmez; fikir kesin olarak kocası tarafından bir meydan okuma olarak ortaya atılmıştır. Vergileri artırma, karısının bedeni üzerindeki lütfunu alenen sergileme ve bu lütuf sayesinde vergileri hafifletme yetkisi tamamen konta aittir. Bununla birlikte hikâyenin dönüşümünde kadın bedenine bakışın nasıl dönüştüğünün izini sürmek mümkündür; Leydi Godiva önce atının üzerinde tamamen çıplak olarak tarif edilir, daha sonra saçlarıyla kaplı olarak tasvir edilir ve hikayenin ortaya çıkmasından altı yüzyıl sonra onu izleyen bir adam (Dikizci Tom) ortaya çıkar. Leydi Godiva’nın hikâyesinin diğer unsurlarından daha çok çıplak bir kadın bedenine indirgenmesi ve bu bedenin bir yandan kadınları güçlendiren bir fikir olarak karşıt hareketler tarafından benimsenmesi, ancak aynı zamanda çikolata ambalajlarında sergilenen bir meta hâline gelmesi de dikkat çekicidir.
Konuşmanın ikinci bölümünde öykü, Levi Strauss’un yapısal antropolojik kuramı çerçevesinde analiz edilecektir. Kısaca Levi-Strauss, kadınların karşılıklı mübadele yoluyla simgeleştirilmesini ve ikincilleştirilmesini kültürel yapının kurucu unsurlarından biri olarak tanımlar. Leydi Godiva’nın adı hikayenin geçtiği dönemde “Godgifu” olarak telaffuz edilir ve etimolojik olarak “tanrının hediyesi” anlamına gelir (Hür, 2006). Yani Leydi Godiva her şeyden önce Tanrı’nın bir armağanı ve nimetidir. Sonraki adımda Leydi Godiva’nın bedeni kontun tebaasına bir armağanı ve nimeti olur. Diğer insanların onu görmesi yasaktır; çünkü Leydi Godiva’nın bedeni kutsaldır ve kont tarafından mülk edinilmiştir. Burada önerilen yorum, Godiva’nın dişil bedeninin tamamen eril bir sistem (Tanrı, kocası, insanlar ve Tom’un bakışı) tarafından bir takas nesnesi hâline getirilmesidir. Üçüncü bölümde, Leydi Godiva’nın eylemleri Berger’in Görme Biçimleri’nde öne sürdüğü eril-dişil özne ikiliği üzerinden incelenecektir. Berger’ın bahsettiği “kadınların var oluşsal olarak toplumda bakılan özneler, erkeklerinse bakan özneler olarak konumlandırılması” meselesi Leydi Godiva ve Dikizci Tom örneği üzerinden tartışılacaktır. Son bölümde ise Leydi Godiva’nın mitten bağımsız hâle gelerek kültür endüstrisinin bir ürünü hâline gelme süreci Godiva Chocolatier markası örneği üzerinden yorumlanacaktır.
Ebru Tabiloğlu
Karşılaştırmalı Türk-Alman Hukukunda Çocuğun Üstün Yararı İlkesi ve LGBTİ+ Bireylerin Ebeveyn Hakları
Özet
Hızla yükselen ve dünyanın birçok ülkesinde gündemde bulunan kuir hareketi, birçok disiplinde yeni sorular sormamıza neden oldu. Bu disiplinlerin başında elbette hukuk geliyor. Bu aktivizm içerisinde talep edilen haklar ancak hukukun güvencesi altına alındıklarında etkin bir koruma mümkün olacağından, kuir hareketinde talep edilen hakların ve mücadelenin hukuk disiplini altında da tartışılması ve taleplere uygun çözümler üretilmesi gerekmektedir. Özellikle son yıllarda Avrupa ülkelerinde LGBTİ+ bireylerin temel insan haklarına yönelik yapılan köklü değişiklikler, Türkiye’de de birçok konuda tartışmaların doğmasına sebep olmuş ve çeşitli düzenlemelerin yapılmasında örnek teşkil etmiştir. Bunların en başında elbette LGBTİ+ bireylerin sahip oldukları temel insan haklarını etkin bir şekilde kullanabilmeleri ve hukuk güvencesi altında özgürce yaşayabilmeleri amacıyla yapılan düzenlemeler gelmekte. Kişilerin çocukları üzerindeki hakları da elbette bu temel haklar içerisinde önemli bir yere sahip. Bu çalışmada, karşılaştırmalı Türk-Alman hukukunda trans bireylerin çocukları üzerindeki ebeveyn hakları, çocuğun üstün yararı ilkesi ışığında tartışılacak ve her iki ülkenin de bu konularda almış oldukları yargı kararları değerlendirilecektir. Özellikle velayet ve kişisel ilişki kurma hakkı bağlamında, cinsiyet kimliği ile cinsel yönelimin yapılan yargılamalarda ve bu yargılamalar sonucu ortaya çıkan kararlarda nasıl bir rol oynadığı, hukuku düzlemde bu konuların nasıl tartışıldığı ve yeni çözüm önerilerinin mevcut olup olmadığı konuşulacaktır. Konuyla bağlantılı olarak Almanya’da kabul edilen eşcinsel evliliklerin ve bu evlilikler içerisinde ebeveynlerin çocuklarına yönelik hakları güncel tartışmalar içerisinde değerlendirilecek ve Türkiye’de eşcinsel evliliklere yönelik hukuki tartışmalar karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Konuya ilişkin mevcut yasa tasarılarının bulunup bulunmadığı, özellikle sosyolojik olarak toplumsal yapının ve her iki ülkenin de hukuk sistemlerinin bu dengeyi kurma bağlamında yapmış olduğu veya yapmaktan kaçındığı çalışmaları değerlendirdikten sonra, her iki ülkenin mevcut sistemlerindeki durumun gelecek 5-10 yıl içerisinde nasıl bir düzleme evrileceği tartışılacaktır.
Çalışmanın son kısmında ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin konuya ilişkin vermiş olduğu emsal kararlar değerlendirilerek, Türk ve Alman hukukunun cinsiyet eşitliği ilkesi bağlamında nasıl bir gelişim süreci izlediği anlatılacaktır.
Yakup Azak
Sempatik Ama Ciddiye Alınmayan Sahra Altı Afrikalı Göçmenler Üzerine Sosyal Psikolojik Bir İnceleme
Özet
Çalışma, İstanbul’da ikame eden Sahra altı Afrikalı göçmenlerin olumsuz sosyal kimlik algısıyla başa çıkma stratejilerini sosyal psikoloji disiplini içinde inceliyor. Olumsuz sosyal kimlik algısı, bireylerin kendileri ile dış grup arasında olası negatif sosyal karşılaştırmalar sonucu oluşur. Grup üyeleri bu algıyla başa çıkmak için stratejiler geliştirir. Sosyal kimlik alan yazında üç tür başa çıkma stratejisi önerilir. Bunlardan ilki olan bireysel hareketlilik stratejisi, göçmen sosyal kimliğinin göç edilen toplumdaki yerli, baskın grup tarafından değersizleştirilmesi durumunda, göçmenin kendi etnik grubuna karşı bireysel mesafe almasıdır. Bu bireysel hareketlilik göçmenin kendini daha yüksek bir konuma yerleştirme girişimdir. Diğer bir strateji olan sosyal yaratıcılıkta ise göçmen, olumsuz sosyal kimlik algısı karşısında, gruplararası karşılaştırmalarda yeni dinamikler bulmaya, karşılaştırma kıstaslarını yeniden tanımlamaya ve karşılaştırma için kendi grubunu alternatif gruplarla kıyaslama davranışları tercihine yönelir. Son olarak göçmenin kendi grubuyla beraber hareket ederek olumlu sosyal kimlik algısını koruma yoluna girmesi ve olumsuz algıya sebep olan mevcut durumu tersine dönüştürmeye yönelik hedefler belirlemesi ise sosyal rekabet stratejilerini devreye soktuğunu gösterir. Grupların sınırlarının geçilemediği ve sosyal hareketliliğin zor olduğu durumlarda olumsuz sosyal kimliğe sahip grup üyeleri tarafından kolektif eylemler gerçekleştirilebilir.
Bu çalışma, Afrikalı göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Kumkapı semtinde 2017 yılında başlayan ve üç yıl süren saha araştırmaları sırasında Batı Afrika’dan (Senegal, Fildişi Sahili, Gine, Somali, Nijerya) 20 ila 50 yaşları arasındaki 10 Sahra Altı Afrikalı göçmenle gerçekleştirilen görüşmelerin tematik analizin sonuçlarını sunuyor. Görüşmeler İngilizce, Fransızca ve Türkçe gerçekleşti. Bulgularda İstanbul’da Afrikalı göçmen olarak yaşamanın meydana getirdiği olumsuz sosyal kimlik algısını gösteren, bu olumsuz algıyla baş etmek için yerli halkla sosyal ilişkilerde sosyal güven aracı olarak futbolun, Afrikalıların ahlaki değerlerinde birer enstrüman olarak kullanıldığını gösteren veriler elde edildi. Gerek kendi aralarında gerek yerli halkla olan ticari ve ekonomik ilişkilerinde dini cemaatler çevresinde sosyal ağların geliştirildiği görülüyor. Yerli halkı ile sosyal etkileşimi düşük olduğu sürece Afrikalı göçmenlerin yaşam koşulları Türkiye’deki Afrikalı dini cemaatlerin onlara sunduğu imkânlar, kurallar ve mecburiyetler içinde kısıtlı kalıyor.
Araştırma, Afrikalı göçmenlerin sosyal benlik algılarına yönelik tehditlere karşı geliştirdikleri stratejiler üzerinden tersten bir okuma girişimidir. Çalışma Afrikalıları, dezavantajlı, edilgen etnik bir göçmen grup olarak konumlandırmak yerine yerli halkla olağan sosyal etkileşimlerinde olumlu benlik algısını korumaya çalışan failler olarak ele alıyor. Araştırmanın hedefi, Afrikalı göçmenlerin geliştirmeleri gereken her stratejinin aslında Afrikalı ve göçmen sosyal kimliklerle nasıl ilişkili olduğunu görünür hâle getirmek. Temel iddia ise yerel halk tarafından sempatik, arkadaş canlısı olarak algılanmanın Afrikalı göçmen grubun olumlu kimlik algısı inşası için yetersiz olduğudur. Baskın grupların Afrikalı ve siyah ayrımcılığı karşısında sempatiyi de kaybetmeden ciddiye alınmasını sağlayacak sosyal ve bireysel stratejilerin seçimi küresel ya da yerel güncel gelişmelerle değişmektedir.
Hakan Ilıkoba
İnşa Edilmeyen Mimarlığın Eleştirel Potansiyeli
Özet
Mimarlık alanında yapma ve inşa etme pratiği yaygın olarak kabul görmüş ve benimsenmiş bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada, yapma pratiği ile ifade edilmek istenen, bir tasarım süreci ve bunun ardından tasarlanmış bir mekânın ya da binanın inşa edilmesi ya da bir başka deyişle ete kemiğe bürünmesi olarak özetlenebilir. Gelenekselleşmiş ve kabul görmüş bu yapma pratiği bugünün ana akım mimarlık anlayışını ortaya koymaktadır. Bunun yanında, etrafında ya da ötesinde şekillenen, üreyen, dönüşen, katmanlaşan ancak fiziksel mevcudiyetine ulaşmayan mimarlık pratikleri ise ana akım mimarlığının karşısında konumlanmakta ve bir alternatif tanımlamaktadır. Burada asıl gerilimi yaratan konu tasarım ve düşünce aşamasından inşa aşamasına geçişteki kırılma noktasıdır. Kâğıt üzerinde kalan ya da kâğıt üzerinde kalmayı tercih eden, yapısal karşılıklarını bulamayan birtakım mimari üretimler, eril mimarlık anlayışının sorunlu kabullerini sorgulamayı bir tavır olarak üstlenebilir ya da salt bu amaca odaklanabilir. Çalışma bu kapsamda inşa edil(e)meyen mimarlık pratiklerinin eleştirel potansiyellerini ve alternatif oluşturma durumlarını tartışmayı hedeflemektedir.
“Vizyoner mimarlık”, “deneysel mimarlık” ya da “kâğıt mimarlığı” gibi başlıklar altında inceleyebileceğimiz bu mimari üretimlerin geçmişe yönelik izlerini sürmek, eril mimarlık anlayışı karşısında başlatılan sorgulamaları içselleştirebilmek adına önem arz etmektedir. Bu sorgulamaların eleştirel bir pozisyon kazanabileceği ve alternatif tanımı içinde incelenebileceği de unutulmamalıdır. Bu araştırmada kâğıt üzerinde kalan ve inşa edilmeyen ya da edilemeyen mimarlık pratiklerinin ana akım karşısındaki pozisyonları dönemler bazında sorgulanacaktır. Dönemlere göre değişen ve dönüşen mimarlık ve mimar tanımı bu araştırmaya paralel olarak ilerleyecek ve inşa edilemeyen mimarlık pratikleri bu dönüşüm etrafında konumlandırılacaktır. Araştırma izleğine paralel olarak farklı dönemlere ışık tutan bu çalışma Rönesans döneminden kâğıt üzerinde kalan inşa edilmeyen mimari pratikleri ile başlayan tartışmayı günümüze kadar taşımaktadır. Dönemsel olarak kurgulanmaya çalışılan bu okumanın yanı sıra eleştiri ve alternatif olma durumlarının farklı dinamikleri de araştırma kapsamında tartışmaya açılmaktadır. Tartışmanın ana odağına kentsel, toplumsal ve ekonomik dinamiklerin dönüştürücü etkisi tamamlayıcı bir katman olarak eşlik etmektedir. İlerleyen süreç boyunca toplumsal, siyasi ve ekonomik problemlere karşı mimar özne de bunlara karşı bir cevap arayışı içinde olmuştur. Bu araştırma kapsamında incelenen örnekler bu sorunlar karşısında ortaya konulan önerileri, alternatif kurguları, projeleri ve bunların görsel tasvirlerini kapsamaktadır.
Tuna Öğüt
Trans Sosyalleşme ve Cinsiyet Aşan Topluluklar
Özet
Cinsiyet geçiş süreçleri hakkında mevcut anlayışlar trans deneyimleri başlama ve tamamlanma noktaları belli, doğrusal ve önceden projelendirilebilir biçimde tarif ediyor. Bu şekilde tarif edilmiş bir geçiş, kişinin ne olacak olduğu önceden belli olan ve kendi kendine gerçekleştirdiği bir süreç olarak görünüyor. Böyle bir kavrayış, translığı olunup bitebilen, tamamlanabilen ve önemli olanın bu olduğu bir deneyim olarak kavramsallaştırıyor. Bu türden anlatılar medikal süreçlere fazla odaklı olabiliyor, hatta bu süreçleri dönüm noktası olarak alabiliyor. Oysa cinsiyet geçişi bir yol haritası olmadan deneyimlenen karmaşık bir süreç. Çoğu trans kişi bunu yalnız kurgulamıyor. Örneğin cinsiyette yön bulmak için akran deneyimlerinin paylaşımı ve trans sosyalleşme oldukça önemli. Bunlar cerrahi müdahaleler ve hormon terapisi gibi medikal süreçler olmadan cinsiyet geçişi yaşayan bazı kişilerin deneyimlerinin belirleyici noktalarını oluşturabiliyor. Bazı trans kişiler ise medikal geçiş süreçlerine başkaca sebeplerle başlayamıyor veya devam edemiyorken başkaları bu süreçleri hiçbir zaman tamamlayamıyorlar. Bu durumda cinsiyet hâllerimizi daha iyi anlamak için translığı tüm bu dolambaçlı ve ihtimallerle dolu alanda yeniden düşünmek gerekiyor.
Çeşitli cinsiyetli sosyalleşme biçimlerini ve bunların topluluk içinde nasıl şekillendiğini araştırdığım üç senelik etnografik bir saha çalışması yaptım. İstanbul temelli bir lubunya etkinlik serisi olan Dudakların Cengi etrafında örülen ve benim de parçası olduğum bir camia içerisinde yürüttüğüm araştırmada derinlemesine görüşmeler, yazılı mülakatlar ve katılımcı gözlemler yaptım. Bu araştırmanın sonucunda ürettiğim konumlu bilgilerden trans sosyalleşme için aydınlatıcı olabilecek bir seri bulguyu tartışmaya açıyor olacağım. Saha çalışmamın da devam ettiği sırada olağan bir anda ortaya öylece söylenivermiş bir söz bu derlemeye kolayca açıklık kazandırıyor: “Biz şimdi birbirimizi döndürüyoruz ya…” Ardından lafın kaldığı yerden önemli bir şey yokmuşçasına devam ettiği bu söz, translığı sosyal bir süreç olarak yeniden çerçeveliyor. Bu durumda trans oluşmak, kendini kurmak için irade gösterilen, sembol ve nesnelerden beslenen, bağlamsal ve sosyal edimlerin içselleştiği bir durum olarak düşünülmeye açık hâle geliyor. Çeşitli kendini keşfetme, cinsiyette yön bulma, yerleşme ve cinsiyetli bilme biçimlerini aktarma yöntemlerini incelediğim bu çalışma sadece transcinsiyetli kişileri ilgilendirmenin ötesine geçiyor ve cinsellik, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet meselelerini bütünlüklü olarak yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
Büşra Balaban
İç ve İç-Olmayan: Film Pratiklerinin Toplumsal Cinsiyet Normlarını Ev Mekânında Yeniden Üretimi
Özet
Bu çalışma, film izleme ve yapma pratikleri aracılığıyla mekâna odaklanarak, mimarlık teorisi ve tarihinde sıklıkla dışlanan iç meselesini tartışmaya açmayı hedefliyor. Konuyu iç-dış ikiliğinin ötesine taşımanın ve “iç”in farklı yönlerini ortaya çıkarmanın bir yolu olarak film pratiklerinin ve mekânsal pratiklerin kesişebileceği bir araştırma yönteminin izini sürüyor.
İç mekân, teoride ve pratikte ikili ve hatta diyalektik olarak anlaşılıyor ve tarihsel olarak bakıldığında dış dünya, kamusal alan gibi sürekli ne olmadığı üzerinden tariflendiği görülüyor (Winton, 2013). Bu kapsamda iç-dış ikiliğinin nasıl sürekli yeniden kurulduğunu incelemek, kamusal ve özel, kadın ve erkek gibi birtakım cinsiyetlendirilmiş ikiliklerle ilişkisini anlamak ve bunları üretmeksizin göz ardı edilen farklı yönlerine odaklanarak “iç”in çeşitli hallerini tartışmak üzere önemli oluyor. Bu çalışma ile iç konusunu ve özellikle domestik mekânı ve ev yaşantısını tarihsel olarak atfedilen tahakküm, kontrol, mahremiyet, evcillik, düzen, konfor, hijyen gibi anlamların dışında tartışmanın yollarını arıyor, bunların ötesinde başka türlü ve özgürleştirici bir “iç”in neler olabileceğini sorguluyorum.
Mekânda cinsiyetli ikiliklerin yeniden üretimine ilişkin süregelen tartışmanın izinde çalışmanın kapsamını, sinema kuramlarının, film izleme ve yapma pratiklerinin, içe dair bilgimizi çoğaltırken mimarlık kuramının dışladığı bu konuyu tarihsel ve kuramsal olarak desteklemeye ve kapsamaya imkân sağladığı görüşü çerçevesinde kuruyorum. Bu kapsamda iç meselesini tartışmak üzere “iç-olmayan”ın izini sürmeyi öneriyorum. Robert Smithson (1996) gerçek bir “yer”i, o yere benzemeden temsil eden “yer-olmayan”ı önerirken bu ikisi arasında bir uzam olduğunu ve bu uzamda zihinsel ve fiziksel bir hareketliliğin, seyahatin mümkün olduğunu vurgular. Hareketli görüntünün topografik bir yaklaşım olarak doğduğunu ileri süren Giuliana Bruno (2002) ise film izleme deneyimi ile bir yeri fiziksel olarak ziyaret etme deneyiminin benzerlikleri olduğundan ve ikisinin de bir hareketlilik ve duygu aktarımı yarattığından bahseder. Bu noktada, özellikle evsel mekânın toplumsal cinsiyet normlarıyla ilişkisinin altını çizen Jeanne Dielman (1975), Sfenks’in Bilmeceleri (1977), Aşk Zamanı(2000) ve Roma (2018) filmleri üzerinden izleyici deneyimimi haritaladığım konumlu ve öznel üretimler aracılığıyla yeri tartışmayı sürdürüyorum. Yerin bu yeniden üretimi, anlamları çoklaştırırken film izleyicisi ve üreticisi arasındaki ilişkileri sorgulamayı, karşılıklı geliş gidişleri barındıran dinamik bir ilişki halinde birbirlerinden beslenen kavramlar olarak iç ve iç-olmayanı tartışmayı da mümkün hâle getiriyor.
İzleyiciyi eleştirel bir konumda tutan filmler üzerinden mekânın irdelenmesi, mekâna atfedilmiş anlamların, tanımların sorgulanmasını ve başkalaştırılmasını sağlarken bir yandan da izleyiciler için tekrar ve öznel okumalara izin veriyor. “İç meselesine mimarlık, film ve haritalama araçlarını bir araya getiren bir araştırma yöntemiyle yaklaşmak, iç-olmayanı üretmenin bir yolu olabilir mi?” sorusu odağında kurgulanan bu bildiri, iç ve dış ikiliğini yeniden üretmeyen ve içe dair görülebilir, düşünülebilir ve yorumlanabilir olanın potansiyellerini ve bunların üretilme biçimleri ile ilişkilerini araştıran bir katkı sunmayı amaçlıyor.
Sümeyye Koca
Kadınların Başörtülerini Çıkarma Mücadelesi: “Görünmez Olmak İstedim.”
Özet
2013 yılında üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsü yasağı kaldırıldığından beri başörtüsü, Türkiye’de sekülerlik ve din çatışmasının siyasi ve toplumsal odağından çıkmıştır. Ancak 2018’de yeni bir başörtüsü tartışması sosyal medyada görünürlük kazanmaya başladı. Erken yaşlarda başörtüsü takan ve daha sonra başörtülerini çıkarmaya karar veren kadınlar, Twitter’da #10yearschallenge ve Instagram’da #1yearchallenge etiketleriyle popüler etiket hareketlerine başörtülü ve başörtüsüz fotoğraflarını paylaşarak katıldılar. Sosyal medyadaki bu popüler hareketler, başörtüsünü çıkaran kadınlar tarafından başlatılmadığı gibi başörtüsü çıkarma pratiğine de odaklanmadığı hâlde bu kadınların paylaşımları konunun görünürlüğünü artırdı. Aynı yıl, Yalnız Yürümeyeceksin adlı çevrimiçi bir blog, başörtülerini çıkaran ve/veya başörtülerini çıkarmaya karar veren ancak kişisel nedenlerle henüz bu kararlarını uygulayamamış kadınların isimsiz mektuplarını yayınlamaya başladı. Kadınlar mektuplarında başörtüsü takma ve çıkarma süreçlerindeki deneyimleri kaleme almış ve bu süreçlerde karşılaştıkları çeşitli zorlukları anlatmışlardır. Blogda mektubu yayınlanan kadınların çeşitli motivasyonlarla -kişisel, dinî, sosyal, politik- başörtülerini çıkarmaya karar verdiği dikkat çekmektedir.
Bu araştırmada, kadınların dindar ailelerinin isteklerine karşı başörtülerini çıkarma mücadelesi ve İslam’ın kamusal yaşamda yeniden siyasallaşması temelinde başörtüsü sorununun değişen dinamikleri incelenmektedir. Araştırmanın çerçevesi, iktidar partisinin (Adalet ve Kalkınma Partisi) İslam’ı hem özel hem de kamusal alanı düzenlemek için otoriter bir şekilde yeniden siyasallaştırdığı ve ideal toplumsal görünürlüğü dinî-muhafazakâr bağlamda yeniden tanımladığı, Türkiye’nin mevcut siyasi bağlamı ile sınırlıdır. Hayatlarının bir döneminde başörtüsü takmış, kentli ve üniversite mezunu sekiz kadınla yarı yapılandırılmış derinlemesine görüşmelerden oluşan nitel araştırma verilerinden yararlanan bu çalışma, kadınların başörtüsü pratiğine ilişkin deneyimlerine odaklanarak, başörtülerini çıkarma kararları ardındaki kişisel ve toplumsal karmaşıklıkları analiz etmeyi amaçlamaktadır. Araştırmada temel olarak şu sorulara yanıt aranmaktadır: Dindar ailelerde yetişen ve İslami çevrelerde sosyalleşen başörtülü genç kadınlar neden başörtülerini çıkarmaya karar veriyorlar? Başörtüsünün sembolik anlamları, başörtülü kadınlar için ne tür karmaşık toplumsal beklentiler yaratıyor? Mevcut toplumsal ve siyasal koşullar, eğer varsa, kadınların başörtülerini çıkarma kararlarını nasıl etkiliyor? Araştırma sonucuna göre (1) başörtüsü bu kadınlar için iktidar partisiyle ilişkilendirilmiş bir dindar grup kimliğini temsil ettiği için toplumsal bir aşırı yük haline geldiğinden, bir “damga sembolü” (Göle 2003) olarak, dindarlığın kadınlar için en görünür simgesi olarak reddedilmektedir, (2) başörtüsü çıkarma pratiği, kadınların görünür kimliği ile kamusal yaşamdaki davranışları arasında toplumsal bir tutarlılık beklentisine karşı bir bireysellik iddiası olarak ve grup kimliğinden ayrılma bağlamında görünmezlik iddiası olarak şekillendirilmektedir.
Kadınların başörtüsü takmaktan vazgeçmeleri neden akademik bir çalışmanın konusu olmalı? Bu çalışmada, başörtüsünün bir kimlik sorunu olarak kadınlar için hâlâ tartışılan bir konu olduğu ancak dinamiklerinin farklı bir yönde değiştiği savunulmaktadır. Öncelikle, 1980’lerde ve 1990’larda üniversitelerde ve kamu kurumlarında başörtüsünü takmak için mücadele eden dindar kadınların aksine, kadınlar artık dindar ailelerinin isteklerine ve İslami dinî-toplumsal normlara karşı başörtülerini çıkarmak için mücadele etmeye başladılar. Dolayısıyla, kadınların başörtüsünü çıkarma mücadelesi değişen sosyal ve politik koşulların da etkisiyle başörtüsünün simgesel anlamlarını dönüşüme uğratan bağlamsal bir deneyimdir. İkinci olarak, kadınlar ister ebeveynlerinin isteğiyle ister kendi kararlarıyla başörtüsü takmış olsunlar, başörtülerini çıkarma kararları özel alanda deneyimlenen bireysel bir pratik gibi ele alınmaktadır. Ancak, kadınların hikâyelerine ayrıntılı olarak bakıldığında başörtüsünü çıkarma deneyimlerinin arkasında özel alanın ötesinde toplumsal yönleriyle açığa çıkan motivasyonlar görülmektedir. Bu da tam olarak Müslüman kimliğinin görünürlüğünün reddine işaret etmektedir. Dolayısıyla, bu çalışma kadınların başörtülerini çıkarma motivasyonunu etkileyen olası sosyopolitik dinamikleri anlamak için önemlidir.
Büşra Balaban
Konuşmacı
Can Memiş
Konuşmacı
Dilara Hadroviç
Konuşmacı
Ebru Tabiloğlu
Konuşmacı
Feyza Çınar
Konuşmacı
Hakan Ilıkoba
Konuşmacı
Melisa Yılmaz
Konuşmacı
Sedef Öztürk
Konuşmacı
Süheyla Abanoz
Konuşmacı
Sümeyye Koca
Konuşmacı
Tuna Öğüt
Konuşmacı
Yakup Azak
Konuşmacı
Zeynep Kuyumcu
Konuşmacı